Saturday, December 27, 2008

RADYO TİYATROLARI DİNLER MİSİNİZ? BENCE DİNLEMELİSİNİZ!


Çocukluğumu düşündüğümde, beni "yapılandıran" en önemli sanat ederlerinden birisi olarak radyo tiyatrolarını hatırlarım. Geçen zamanla birlikte ortaya çıkan yeni şeyler, meşguliyetler vs. beni radyo tiyatrolarından uzaklaştırdı. Çocukken, televizyonun daha çıkmamaış olduğu dönemlerde, sabahları radyo sesiyle uyanırdım. Belli saatlerde de radyo tiyatrosu vardı. Radyo tiyatroları, bana insanlarla ilgili pek çok şeyi öğreten ve daha bir çok şeyi kavramamı sağlayan, kısacası dünyamı genişleten kaynaklardan birisiydi. O dönemden aklımda kalan en canlı cümle, radyo tiyatrosu-temsili başlarken duyduğum şu ifadededir! “Efektler: Korkmaz Çakar”

TRT sanatçılarının kaliteli oyunculukları ve seslerini kullanmadaki ustalıklarıyla ortaya koydukları bu temsilleri dinlerken, başka dünyalara gidiyorduk. Bundan uzun bir zaman önce Edith Piaf’ın bir albümünü almıştım ve neden bu albümü aldığımı düşündüğümde şunun farkına vardım: Çocukken, bu sanatçının hayatını bir radyo tiyatrosunda dinlemiş ve çok etkilenmiştim. Neredeyse 25 yıl sonra gidip Edith Piaf’ın bir albümünü aldım.

İngilizcemi geliştrimek için ve genel olarak kasetler, seminerler dinleme alışkanlığı edinmiştim. Bu sebeple lise son sınıftan beri kaset-CD toplama alışkanlığım sürmektedir. “Walkman”lerden Ipoda doğru giderken kullandığım araçlar değişti, ama sesli dokumanlar dinleme alışkanlığım hep sürdü. Çünkü bunları ulaşım vasıtalarında, yürüyüş yaparken ve özellikle öğrencilik dönemimde arkadaşlarımla kaldığım evde yemek yaparken dinleyebiliyordum. Sesli kitaplar dinlerken bir gün elime BBC Radyosunun İngilizce radyo tiyatroları geçti. Böylece radyo tiyatrolarına karşı beslediğim ilgim yıllar sonra yeniden canlandı.

Radyo tiyatroları, BBC'nin ölmeyen “imparatorluk” bilinciyle İngiliz İngilizcesini bütün dünyaya yaymak için yaptığı çalışmaların meyvesidirler. Bence bu, son derece de mantıklı ve yerinde bir politika. Bir ülkenin kendi dilinin yayılması konusunda çaba göstermesini takdir etmek yerinde olur. Bu takdirle birlikte aklıma şu soru gelir: “Neden TRT’de radyo tiyatrolarını kasetler veya CD'ler olarak yayınlamıyor?” diye sormaya başladım.

Şu anda TRT radyolarında “arkası yarın” formatında programlar yayınlanıyor olabilir. Ama BBC radyosunun radyo tiyatrolarını içeren kasetleri ve CD’leri gördükten sonra, neden TRT’nin aynı şeyi yapmadığını, yani bu eşsiz hazineleri ses kasetleri veya CD’leri olarak neden yayınlamadığını düşünmeye başladım. Sonra internette araştırma yaptım, ama ne yazık ki TRT’nin kurumsal satış sitesinde bu tür yayınlara rastlayamadım. Umarım yanılıyorumdur.

TRT’nin ürün sitesinde sadece müzik eserleri ve görsel yayınlar bulabildim. Bu görsellik hastalığı, beni çok üzüyor. TRT arşivlerinde tozlanan, en güzel ve temiz Türkçe’nin yer aldığı radyo tiyatrolarının neden yayınlanmadığını anlayamıyorum. Bugün neredeyse bütün dünyada Türk okulları var ve bu okullarda Türkçe'de öğretilmektedir. Bütün bir Orta Asya’da, Türkî Cumhuriyetlerde veya başka ülkelerde Türkçe bilen veya öğrenen kişilerin TRT'nin radyo tiyatrolarını dinlediklerini hayal edin. Bunların okulların kütüphanelerinde yer aldıklarını, bunların ders dışında veya ders dışında Türkçeyi öğrenmek veya geliştirmek kullanıldıklarını ve İstanbul Türkçesi'nin bütün dünyada yayıldığını bir düşünün. Uzaklara gitmeye de gerek yok. Bu yayınlar CD veya kaset olarak yayınlansa, önce ben alırım. Çocuklarımın bu rüyayı yaşamalarını ve TRT sanatçılarının Türkçelerini dinlemelerini isterim.

Bu yazıyı yazarken, aynı zamanda bir radyo tiyatrosu dinliyorum. Oyun, dedikodu ve asılsız ön yargılarla hareket etmenin ne kadar kötü olduğunu etkili bir dille veriyor. Drama olduğu için hem ruhu hem kalbi hem de bilinci besleyebiliyor. Radyo tiyatrolarının sadece dill gelişimi konusunda değil, sosyal konularda da iyi birer eğitim aracı olabileceklerini de söylemek isterim.

Şu görsellik takıntısını biraz bırakalım ve hayalgücümüzü parlatmak üzere radyo tiyatrolarına kulak verin diyorum!

Kötü mü diyorum?
------------
www.savassenel.com
------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Efektor: Korkmaz Çakar!
72 adet radyo tiyatrosunu indirebileceğiniz bir site

Monday, December 08, 2008

NEDEN İNSANLAR KONUŞURKEN YABANCI KELİMELER KULLANIRLAR?


Yıllarca İngilizce öğreten birisi olarak Türkçe konuşurken yabancı kelimeler, sözgelimi İngilizce kelimeler kullanmaktan kaçındım. Aslında, hangi kelimelerin yabancı olduğu, hangilerinin olmadığı sıkça tartışılıyor. Benim bu yazımda sözünü ettiğim kelimeler daha çok sesletimiyle ve kullanıldığı bağlam açısından, yabancı oldukları hemen "sırıtan" kelimeler. Sözgelimi, “bugün off oldum” ifadesinde yer alan “off” kelimesi gibi. (Not: bu cümleyi kullanan birisi, gününün verimli geçmediğini anlatmaya çalışıyor)

Türkçe konuşurken "sırıtan" yabancı kelimeler kullanmanın bir kaç sebebi olduğunu düşünüyorum:

Birincisi, Türkçe’de karşılığı olan kelimeleri kullanmak konusundaki dikkatsizliktir. Yabancı kelimeyi çok duyan veya yabancı dil öğrenen kişiler bunu yaparlar. İnsanlar yeni öğrendikleri kelimeleri ağızlarından kaçırabilirler. Bu mazur görülebilir. Ama sıkça tekrarı açık bir zaaftır.

İkincisi, konuşmalarında yabancı kelimeler kullanan birisi ana dilini de iyi bilmiyor olabilir. Elimizde bulunan parçalı kumaşları birleştirip, sözgelimi masa örtüsü yaptığımız gibi, onlar da tam olarak bilmediği iki dili de birleştirip dertlerini anlatmaya çalışmaktadırlar. Ana diline hâkim olmayanlar, yabancı kelimeleri sıklıkla kullanırlar. Bu türden insanlar, sözgelimi İngilizce konuşurlarken de Türkçe kelimeler kullanırlar. Çünkü ne anadillerini ne de yabancı dili tam olarak bilmediklerinden, bir oradan bir buradan devam ederler.

Üçüncü sebep de bugünlerde zayıf düşürülen Türkçemizdir. Sadeleştirme adına güdükleşen bir Türkçe’yle konuşuyoruz. Sözgelimi Türkçe’de tartışma diyoruz. “Babamla tartıştık” diyen birisinin babasıyla kavga mı ettiğini, yoksa fikir alışverişi mi yaptığını anlamak mümkün değildir. Halbuki müzâkere, münâzara, münakaşa v.s gibi kelimeler sadeleşme kurbanı olmasalardı, bu kadar sıkıntı yaşamazdık. Oysa İngilizce’de nüans belirten bir yığın kelime vardır. (Discussion, despute, debate v.s)

Dördüncüsü, bazı meslekî alanların bizim ülkemizde değil başka ülkelerde doğmuş olmalarıdır. Sözgelimi, internet kavramının kendisinin ve onunla ilgil ibir çok kavramın-terimin İngilizce olması neredeyse kaçınılmazdır. Türkçeleştirmeye çalıştıkça da konu daha bir karışık hâl alıyor. Bu durumda ne yapılabilir, uzun uzun tartışmak, müzakere etmek gerekiyor.

Çok acıdır ki, bana “İngilizce, Türkçe’den daha zengin sanırım” diyen öğrencilerim olmuştur. Burada biraz haksız bir durum da vardır. Bunu söyleyen öğrencilerimin bazıları aslında Türkçe’yi bilmemektedirler. Yani, fikir dünyaları bazı kavramları kendi anadilinde öğrenmeye mecbur kalmamıştır. Kendi ana dilinde roman okumadan, yabancı dilde romanlar ya da metinler okuyunca, bazı kavramlarla önce yabancı dilde tanışmıştır. Aslında ana dilinde de olan bu kavramların, İngilizce’nin veya başka bir dilin malı ve zenginliği olduğunu sanmaktadır.

Anadilimizi tanıyalım. Bu ifade “yerli malı kullanalım” gibi bir ifade oldu, ama siz benim ne demek istediğimi sanırım anlıyorsunuz.
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com

Saturday, August 23, 2008

BANA BİR HİKÂYE ANLATIN; KEYİFLE DİNLERİM


Bir toplantıda düşüncelerim bana sorulduğunda bir hikayecik anlatmak istemiştim. Toplantıdaki arkadaşlarımdan biri “hikayeleri değil gerçekleri” konuşalım diye bana itiraz etmişti. Olayın asıl komik yanı, benim hikaye anlatmama itiraz eden arkadaşım, o sıralar sinema üzerine doktorasını tamamlamak üzere hummalı bir faaliyet içindeydi.

Sinema üzerine doktora yapan birinin gerçekçi olmayı bu şekilde önermesi bana komik gelmişti. Toplantı sonrasında ona düşüncelerimi anlattım. O da hatasını kabul etti. Sinemanın, kısaca kurgunun atası, hikayeler ve masallardır.

Hikaye anlatmak insanlara zaman kaybı gibi gelir. Fakat aslında hikayeler, uzun sürebilecek mesajları, kısa zamanda vermenizi sağlar. Ayrıca, hikayeler sadece bilgi verici değil, mesajı hissettirici bir türdür. Başka bir deyişle, mesajın sadece anlaşılmasını değil, duyumsanmasını da istiyorsanız, hikayeleme iyi bir anlatım yoludur. Karşımızdaki insanı da emek vermeye, düşünmeye davet eder. Hikayeler, mesajı tamamıyla yutulmaya hazır-çiğnenmiş bir lokma gibi vermez. Çelişki gibi görünebilir ama elbette kendi çiğnediğimiz lokmayı yemek isteriz. İşin sırrı budur. Doğrudan verilen “dijital mesajlar”, sadece bilgisayarlar için anlamlıdır.

Ayrıca, hikayeler, zihinde resimler çizer, konuyu görselleştirirler ve konunun sadece anlaşılmasını değil aynı zamanda hissedilmesini sağlarlar. Bir mesajın sadece bilinmekle kalmayıp aynı zaman da hissedilmesi de çok önemlidir. Çünkü çoğu iletişim sürecinde sorun sadece anlaşılmamak değil duyumsanmamaktır. Bunun sonucunda da empatiden, karşılıklı duygu alışverişinden yoksun kalırız. Hissetmediğimiz bir mesajın da gereğini yapmayız.

Bu açıdan, görsel araçların olmadığı zamanlarda hikayeleme çok kullanılan bir yöntem olmuştur. Hikayeler yoluyla mesajlar duygusal bir bağlama oturtulmuş ve görselleştirilmiştir. Beynin duygusal bağlam içinde aldığı ve görselleştirebildiği şeyleri daha iyi ve kalıcı bir şekilde öğrendiği söyleniyor. Yeni araç ve gereçler keşfedilmiş olsa bile bugün de masalların ve hikayelerin önemli olduğuna inanıyorum.

Ne yazık ki bu konu ihmal ediliyor. Sözgelimi son zamanlarda vizyona giren Keloğlan filmine çocukların fazla gitmediğini öğreniyoruz. Mehmet Ali Erbil’in oynadığı bir Keloğlan karakterinin çocuklara ne vereceği tartışılabilir ama bir yandan da çocuklarımızın Keloğlan’ı tanımadığı söyleniyor. Çünkü çocuklarımız masal okumuyor ya da dinlemiyorlar. Zira onlara masal okumuyor ya da masal anlatmıyoruz.

Çocukluğumda anneannemden ve anne-babamdan bol bol masal dinlemiş, şanslı biriyim. Bugün de evimizde küçüklere masallar okunur. İstedikleri zaman, sözgelimi oyun oynarken dinleyebilecekleri masal kasetleri, CD’leri vardır.

Ben masalları, hikayeleri, fıkraları severim. Bana bol bol anlatın dinlerim. Onları dinlerken gülerim ya da gözlerim dolar. Çünkü onlar gerçeğe gönderme yapar, çağrışıma açıktırlar.
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN:
mailto:savassenela@hotmail.com

SİZE DELİ, BANA YAZAR DERLER


Yazar olmak çok güzel bir şey, biliyor musunuz? Gördüğünüz, yaşadığınız ya da duyumsadığınız her şey size yazmanız için ilham verebilir. Gördüğünüz bir çocuk, dalgın bir kadın, çalışmaktan yorulmuş bir erkek, komik bir olay, kendi saflığınız, düştüğünüz komik ya da acı durumlar, kısaca her şey.

Ben asansörde yanlış katta inip başla bir odanın kapısını açmaya çalıştığımı, Çince konuşurken etrafımdaki Çinlilerin bana güldüklerini, yağmurun beni duygulandırdığını ve buna benzer bir sürü şeyi anlatabilirim ve “karizmam” çizilmez. Okurların bana gülmeleri ya da benimle duygulanmaları beni güçlendirir, benim başarım olur. Kimse beni zayıf görmez. Başkalarının anlatmaya çekindikleri şeyleri ben, rahatça anlatabilir, dile getirebilirim. Size “dalgın”, “aşık”, “deli” diyebilirler ya da başka bir isim takabilirler. Ama benim adım sadece “yazar” olarak kalacaktır.

Peki her şeyden konu çıkarmak o kadar kolay mıdır? Konu çıksa da onu duyumsayabilmek, sonra da en zoru onu kelimelere dökmek o kadar basit midir? Elbette hayır. Önce alıcıları açmak gerekir. Bir fotoğrafçıyı anlatmışlardı bana. Fotoğraf makinesini almadan kendisini sokağa atar ve fotoğraflık görüntüler arar, böyle bir an yakaladığında fotoğraf çeker gibi bir gözünü kırparmış. Böylece kendisindeki o sanatçı farkındalığını güçlendirirmiş.

Yazarlık ta fotoğrafçılıktan farklı değildir. Her yerde bir şeyler oluyor, ama bunu farkında olmalısınız, farkında olduğunuz şeyleri duyumsamalısınız. Hüznünü ya da neşesini hissetmelisiniz. Okumalısınız, yazmalısınız, dinlemeli, görmelisiniz. Elbette her şeyi göremezsiniz ve her şeyi farkında olamazsınız. Ama farkındalığınız geliştikçe gördüklerinizden, okuduklarınızdan, dinlediklerinizden ve yaşadıklarınızdan size çok şey kalır. Sonra bunları sabırla yazmalısınız. Yazdıklarınızı tekrar okumalısınız, düzeltmelisiniz. Yazdıklarınızla anlatmak istedikleriniz birbirine yaklaşana kadar vazgeçmemelisiniz.

Bu arada çok beslenmelisiniz. Şiirler, filmler, kitaplar, sohbetler, insanlar sizin yol arkadaşınız olmalıdır. İnsanları görmelisiniz, onları farkında olmalısınız. Ortada dolaşan bir çocukta, bir gençte ya da kimsenin dikkatini çekmeyen bir adamda herkesin görmediği bir şeyi görmelisiniz.

Sözgelimi, bu yazıyı, Hong Kong’ta ve gitmeyi alışkanlık haline getirdiğim bir kafede yazıyorum. Şu anda burada herkes maç seyrediyor. Büyük bir perde var duvarda. Heyecanlarını anlamadığım yerel dilde dışa vuruyorlar. Alın size bir yazı konusu: erkekler ne bulur şu futbolda?
Yazarlık ne güzel bir şey derken, çok da hor görmeyin. Herkesin başka bir şeyler yaptığı bir zaman parçasında siz oturup yazıyorsunuz. Yazmakla, diğer alternatiflerden vazgeçiyorsunuz. Bu, o kadar da kolay değil. Bunu iktisatçılar daha iyi anlar.

Herkes yazabilir. Biraz sancılıdır, emek ister. Bazen farkındalıktan kurtulup rahatlamak ister, gereğinden fazlasını görmekten yorulursunuz. Ben yine de seviyorum yazmayı. Cennette olsam gene yazmak isterim. Dünya dediğimiz bu yerde yaşadıklarımız ya da yaşayacaklarımız az şey mi?
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN: savassenel@hotmail.com

RADYOCULUK GÜNLERİMDEN EDİNDİKLERİM, ÖĞRENDİKLERİM


Dünyanın her yerinde radyolar dinleniyor biliyor musunuz? Televizyon çıktığında insanlar, sinema ve radyonun öleceklerini düşündüler. Fakat bir kararsızlık döneminden sonra televizyonun her şeyin yerini alamayacağı ve de almaması gerektiği anlaşıldı. İnsanlar günlük hayatlarında, televizyon ya da diğer görsel araçların kendilerini terk ettiği yerlerde, ofislerinde, toplu taşıma araçlarında, arabalarında, radyonun ve diğer sesli yayınların iyi birer yol arkadaşı ve dost olduklarını yeniden fark ettiler.

Peki radyocu olmak, radyo programları yapmak nasıl bir şeydir? Bunu biraz anlatmaya çalışayım sizlere.

Radyo programları yapmak çok özel bir şeydir. Ben gündüz programları yapmakla birlikte daha çok gece programlarını tercih ettim. Çünkü iş saatlerim dışında kalan ve uygun olan zamanlar gece saatleriydi. Radyoculuğu hiçbir zaman tek işim olarak görmedim. Daha doğrusu bütünüyle gösteri dünyasına girmeyi planlamadım. Çünkü gösteri dünyası başka bir alemdir ve o dünyada yer almak, sonuçları çok farklı olan ciddi bir seçimdir.

Gece işlerim bitince radyoya giderdim. Ciddi bir hazırlık yapardım. Ele almak istediğim konuları, dinletmek istediğim şarkıları ve müzik çalışmalarını hazırlardım. Programlarımda çok müzik yayınlar, az konuşmaya çalışır ve daha çok dinlerdim. Popüler programlar yapmak istemedim. Popüler programlar yapmak kötü bir şey değildir. Fakat, gösteri dünyasında popüler olmanın getireceği yükü kaldırmak zordur.

Programlarıma dinleyici telefonları alırdım. Bazen bir köyden telefon alırdım. Kurtların uluduğunu duyar, köydeki zifiri karanlığı hissederdiniz. Uzaklarda bir yerde bir insana arkadaşlık ettiğinizi duyumsamak çok güzeldi. Bazen yurt dışından dinleyenler arardı. Uzaklarda, gurbette sizi dinlediklerini, özlem giderdiklerini söylerler ve teşekkür ederlerdi. Dinleyenlerime kitaplar, sanatçılar kendimce iyi olan ne biliyorsam radyo dili ve üslubuyla önerirdim. Çok mesaj vermeye çalışmazdım, işe yaramazdı bu. Beni unutsalar bile önerdiğim kitapları okumalarını isterdim. Gecenin karanlığında arkamda bir sürü şarkı, şiir ve kitap isimleri bırakarak kaybolup gitmeyi severdim.

Dinleyenlerinin bir yerde, bir seviyede kalmalarını hedefleyen programlar yapmadım. Daha çok okuyup, kendilerini daha çok geliştirip, bana da bir şeyler öğretmelerini, benimle yeni şeyler paylaşmalarını istedim. Bir gün beni aşmaları da en büyük hayalimdi. Bir radyocu için ne kadar garip bir hayal değil mi?

Ben de durmuyordum tabi ki yerimde. Kitaplar okuyor, yeni müzik albümleri araştırıyor, bu albümler radyoda yoksa satın alıyordum. Bir ara evimde geniş bir arşiv oluşmuştu.

Bazı dinleyenler yayında konuşmazlardı. Onlar ben şarkı yayınlarken beni ararlardı. Sanatçılar, yazarlar, ressamlarla konuştuk. Bir kere bile programımı övmezlerdi. Bundan hoşlanmazdım. Bana zaman ayırmalarının, beni dinlemelerinin bir işaret olduğunu ben de onlar da bilirdik. Bir keresinde bir dinleyicim Tom Hanks’in baş rolünü oynadığı “Seattle’ın Uykusuzu” adlı bir filmi önermişti. “Siz radyocular, insanlar üzerinde sandığınızdan çok daha fazla etkilisiniz. Bunu kötüye kullanmayın, iyiye kullanın demişti.”

Programlarımda adım geçmezdi. Programlarım her gün başka bir şarkıyla başlar ama aynı şarkıyla biterdi. Sabaha doğru bittiği için Beatles’ın “Here Comes The Sun” adlı şarkısını tercih ederdim. Yerli şarkılar yayınladığım programlar da yaptım.

Radyoculuk bana insanlar hakkında çok şey öğretti. Dengeleri, insanların değişik yanlarını farkına vardım. Zaman zaman bundan yoruldum da. Sonra program biter, ben eşyalarımı toplar giderdim. En güzeli de buydu bana göre. Kimse beni tanımıyor, bilmiyordu. İstediğim yerde oturup çayımı içebilir, bilinmezdim. Dinleyicilerimle hiç görüşmedim. Beni tanıyanlara radyocu olduğumu söyledim, ama beni radyodan tanıyanlara “ben oyum” demedim. Böylesi daha güzeldi.

Yağmur gibi olmak istedim hep. Beslemek, yenilemek sonra da buhar olup uçmaktı bütün istediğim. Çünkü gösteri dünyası bana göre değildi.
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN:
savassenel@hotmail.com

RADYOCULUĞUN SIRLARI


Bir zamanlar radyoculuk yaptığımı öğrenen okuyucularımdan bazıları, bana “radyocu olmanın sırlarını” soruyorlar. Aslında radyoculuğun sırlarını çözmek için, radyo dünyasındaki usta radyocuları takip etmek yeterlidir. Bununla birlikte bana sık sık fikir sorulan bir alan olduğu için bu konuda da yazmam şart oldu(!)

Birincisi, her şeyde olduğu gibi bu konuda da sizi yöneten şey, hayattaki vizyon ve misyonunuzdur. Bunlar net değilse, sadece radyoculukla ilgili olarak değil genel olarak, rüzgârın savurduğu bir insansınız demektir. Çünkü nasıl bir radyocu olmak istediğiniz, sizin hayattaki misyonunuzla ve değerlerinizle ilgilidir.

Daha net açıklamak gerekirse, misyonunuz ve hayatta hangi değerleri beslemek istediğiniz belli değilse, radyoculuğunuz da günlük hayatınızdaki telefon görüşmeleriniz, sohbetleriniz veya ilişkileriniz kadar anlamlı veya anlamsızdır.

İkincisi, kalıcı olmak istiyorsanız, kalıcı anlamda radyoculuk yapan kişilerin bir veya daha fazla ilginç ve farklı yanlara sahip olduklarını görmelisiniz. Sesleri, tarzları, yorumları veya başka bir güçlü yanları vardır ve onlar bu güçlü yanlarını farkındadırlar.

Üçüncüsü, show dünyasının getirdiği ağır yükü farkında olmalısınız. Show dünyasında olmak bambaşka bir yüktür. Kendi tarzınızı yakalayıp kitlenizi oluşturduktan sonra, kitlenizin esiri olursunuz. Bir seçim yaparsınız, ilk seçimde özgür görünseniz de onun devamındaki gelişmeler, her zaman sizin istedikleriniz olmayabilirler ve aslında olmazlar da.

Show dünyasında sürekli parlak kalabilmek, çok yoğun bir çaba ister. İlk önceleri eğlenceli gelir. Yeni insanlar tanırsınız, mikrofonun arkasındaki insanın cazibesine kapılan kişiler sizi etkilerler. Ama zamanla onların sizi değil radyodaki sesi sevdiklerini anlarsınız. Bu durumda özel hayatınızla mikrofon arkasındaki hayat farklılaşmaya başlar. Bu çizginin devam edebilmesi için çaba göstermeniz gerektiğini ve artık diğer insanlar gibi özgür olmadığınızın farkına varırsınız.

Ben radyoculuk yaparken, gündüz devam ettiğim eğitimcilik işime ek olarak ve sadece dinlenmek için radyoculuk yaptım. Programımda daha özgür olmak için sponsor bile aramadım. Bulunduğum radyonun özgür atmosferinden dolayı, (elbette yine de bazı ilkeleri hiçe saymadan) rahat davrandım. Sözgelimi programların jeneriği yoktu, her seferinde başka bir şarkıyla başlardı. Gerçek adımı da kullanmadım. Hatta bir program fazla ilgi çekmeye başladığında veya ben sıkıldığımda bıraktım. Ara verdikten sonra başka bir program yaptım. Ama kalıcı olmak istiyorsanız, daha açık bir tabirle radyoculuktan “ekmek yemek” istiyorsanız, benim gibi davranamazsınız. Dinleyiciye, sponsora ve reytinglere oynamalısınız. Bu kötü müdür? Hayır. Kalıcı olmak istiyorsanız, siz popüler olmak zorundasınız ve kalıcı olmanın yolu “kaybedenlere oynamaktan geçer” denir.

Çok okumalı, çok dinlemeli ve insanları anlamaya çalışmalısınız. Entelektüel ve karmaşık konuşmalar yapın demiyorum. Ama yalın konuşmalarınızın arkasında sağlam bir arkaplan hissedilmelidir.

İyi bir radyocu olmak için çok konuşmanız da gerekmez. Sözgelimi, programınızda gerçekten farklı müzik parçaları yayınlıyorsanız veya alanlarında birer değer olan kişileri davet edip dinleyiciye önemli şeyler sunuyorsanız, yine iyi bir radyocu olabilirsiniz.

Fakat popüler bir radyocu olduğunuz halde, hayattaki vizyonunuz ve misyonunuz olduklarını hissettiğiniz şeylere hizmet etmediğinizi düşünüyorsanız, mutsuzluk hep sizinle olacaktır. Hayatınızda “haz”, olmayacak demiyorum ama “mutluluk” başka bir şeydir.

Baş rollerini Tom Hanks ve Meg Ryan'ın oynadıkları “Seattle’ın Uykusuzu” adlı film, radyoculuk konusunda size iyi bir örnek sunabilir. Bu filmi bana, radyoculuların çok önemli şeyler yapabileceklerine inanan bir dinleyicim önermişti.

Yazdıklarım aslında çok da bilinmeyen şeyler değil. Show dünyasını biraz gözlemlediğinizde siz de bunların farkına varabilirsiniz.
----------------------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN:
:savassenela@hotmail.com

Thursday, August 07, 2008

GERÇEK İLİŞKİLER, İÇLERİNDE ÇATIŞMALARI DA BARINDIRIRLAR

Yaşça benden büyük olan bir akrabamla, yine başka genç bir akrabam arasında sorun çıkmıştı. Yaşça benden büyük olan akrabamın eşi bana: “seninle böyle bir sorun yaşamadık, ama onunla yaşadık” diyerek, kendince benim daha nazik ve sabırlı olduğumu ima etti. Ben de bu ihtilafın ayrıntılarını bilen birisi olarak bu sözün üzerinde düşünmeye başladım. Ama konunun benim daha nazik ve sabırlı oluşumla ilgisi bulunmadığı sonucuna vardım.... Yazının devamı "Çay Saati İçin Hafif Yazılar" adlı kitabımdadır; satın almak için bu linki tıklayınız.
İmzalı edinmek isterseniz, savassenel@gmail.com adresine yazınız. 



Saturday, July 19, 2008

KİTABI ÇIKMIŞ OLAN BİR YAZAR, DOSTLARINDAN, ARKADAŞLARINDAN VE ÖĞRENCİLERİNDEN NE BEKLER?


Arkadaşlarım, dostlarım veya öğrencilerim bana kitap satışlarının nasıl gittiğini soruyorlar. Ben de “iyi gidiyor” diyorum. Hâliyle mutlu oluyorlar. Bana kitabım hakkında bu soruyu soranların çoğu kitabımı almış oluyorlar. Fakat bazıları da kitaptan haberleri olduğu hâlde, kitabımı almamış bulunuyorlar. Ama her nasılsa kitabımın çok satmasını can-ı gönülden istiyorlar! Kitabımın iyi sattığı haberiyle yaşadıkları mutluluk, onlara kendi olası katkılarını unutturuyor. “Nasılsa kitap satılıyor, ben kitabı almasam da olur” hissine kapılıyorlar.

Onlarla aramızdaki hukuk açısından bakarsak, bu durum bana “şaka gibi” geliyor ve bana bu şaka yapıldığında, şakayı yapan kişiye yukarıdaki resimdeki gibi bakmaya başlıyorum!

Başka bir deyişle bu, bir çiçeğin büyümesini yürekten istediğini söylemek, ama ona bir damla su vermemek gibi bir şey! Halbuki bu kitap-çiçek çok su götürür!

İnsanların daha iyiye gitmesini istedikleri bir konuda, aslında katılımcı olabileceklerini unutmaları nadir bir olay değil. Bunu her yerde görebiliriz. Bir konuyu geliştirebilecek kişilerden birisi olduğumuz hâlde, kendi rolümüzü nedense unuturuz veya kendi katkımızı önemsiz görürüz. İyi bir şeyin gelişimine katkıda bulunmak, sanki başkalarının görevi gibi gelir. Halbuki, sizin attığınız veya atacağınız adım da çok önemlidir.

Kendisiyle sohbet ederek saatlerinizi harcamaya hazır olduğunuz birisinin kitabını almıyorsanız, aklıma şu gelir: Paranız zamanınızdan daha kıymetli demektir. Bu da bir dostunuz olarak beni kendi adıma değil, sizin adınıza üzer. Çünkü zaman paradan kıymetlidir. Dolayısıyla bu düşünce tarzına ulaşmış olmanızı veya en yakın zamanda ulaşmanızı diliyorum.

Elbette paranızı saçıp-savurun demiyorum. Bu hiç de akıllıca bir öneri olmaz. Ama bir yazarın iyi niyet ve temennilere ihtiyacı olduğu kadar, tirajı yüksek kitaplara da ihtiyacı vardır. Burada temel ilke şudur: Benim fikirlerimin başkalarına yararlı veya bir şekilde kazanım olduklarına inanmalısınız. Tavsiyedeki samimiyetin temel göstergeleri şunlardır: Tavsiye edilen ürünün, hizmetin veya eserin yararlı olduğuna inanmanız ve onu kullanmak üzere para harcamanız. Unutmayın insanlar güzel konuşmalardan değil, yaptıklarınızdan etkileniyorlar ve sizler de öylesiniz!

Türkiye pazarına kısa bir zaman önce girdikleri hâlde başarıyı yakalamış olan katlı pazarlama şirketlerinin sırrı buradadır. Distribütörlerine ürünleri önce kendilerinin kullanmalarını, ürünleri ve hizmetleri tanımalarını, sonra tavsiye etmelerini öneriyorlar. Bazı “uyanık” kişiler, bunu da pazarlama numarası olarak açıklasalar da, bu basit bir “kurnazlık” değil, çok mantıklı bir “pazarlama taktiğidir.” Evet taktiktir, ama “kurnazlık” ve “aldatma” içermiyor.

Özetle, bana kitap satışlarımın nasıl gittiğini soran kişilere, ilgilerinden dolayı müteşekkir olduğumu söylemek isterim. Ama kitabımı kendisi almış bir şekilde bana bu soruyu soranlara daha fazla müteşekkirim! Hatta bazıları herhangi bir şekilde bir dostlarına hediye vermekleri gerektiğinde, kitabımı hediye ediyorlarmış. Bir öğrencim bunu Babalar Gününde yapmış!

Kitabımı satın alıp, okuyup tavsiye edenlere daha çok müteşekkirim diyorum çünkü onlar sayesinde, yazmaya ve okumaya daha fazla zaman ayırıp, daha çok eser verebilirim. Girişimcilere, karmaşık piyasa koşullarında yaşadıkları “travmayı” atlatmaları, gençlere hedefleri konusunda ve daha bir çok kişiye bir çok konuda daha fazla yardımcı olabilirim. Ünlü olmak mı? Onu hiç sevmedim. Ünlü olmak, benim yolumun sonu değil, olsa olsa “katlanmak” zorunda kalacağım ve “bunaltıcı” bir yan ürün olabilir.

Kitabımı büyük kitapçılarda, internet mağazalarında bulabilirsiniz. Gittiğiniz bir kitapçıda raflarda kitabımı göremezseniz, mutlaka görevlilere sorunuz. Bir yerlerden bulup-getiriyorlar!
------------------------
www.savassenel.com
------------------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Hayatı Iskalama Lüksün Yok!

Monday, April 21, 2008

ARTIK BAZI YAZILARIM BURADA OLMAYACAKLAR; BİR KİTABA TAŞINDILAR!


Bugünlerde farklı bir sevinç yaşıyorum. Bu bloglarda görmeye alışkın olduğunuz yazıların bir kısmı buradan ayrıldılar. Buradan "taşınmış olan" yazılarım, Neden?Kitap Yayınevi’nden çıkmış bulunan “Hayatı Iskalama! Lüksün Yok” adlı kitapta toplandılar. Kitapta yer alacak yazıların içeriklerini çıkarıp, onların yerlerine kitabın kapak resminin de yer aldığı duyurular koyduğum için, hangi yazılarımın kitapta yer almış olduklarını sizler de görebilirsiniz. Kitabımı şu anda özellikle www.kitapyurdu.com adresinden, diğer internet kitap sitelerinden ve kitapçılardan edinebilirsiniz.

Kitaba doğru giden yazılarım, bir dostun önerisini dikkate almamla birlikte başladı. Sevgili arkadaşım Gökhan Yorgancıgil, bundan yaklaşık 3 yıl önce bana, kendime ait bir web sitesi açmakta ağır davrandığımı, istersem bloglarda yazabileceğimi söyledi. Ben de hemen internette bir blog açtım ve sonra o blogların sayısı 15’i buldu. İlkokuldan beri süregelmiş olan yazma alışkanlığım, böylelikle internete taşınmıştı.

Benim kendilerini çok iyi tanıdığım, ama beni hiç tanımayan bazı kişiler, (herhangi bir yazılı metinden yararlanabilecek bir bakış açısına sahip olmadıklarından olsa gerek) yazarlığın herhangi bir yararı olmadığını söylemişlerdi! Bu tür kişilerin söylediklerine burada yer vermemin sebebi, onların bu yöndeki düşüncelerini önemsemem değildir. Sizin de olumlu ve uzun vadeli çalışmalarınızla ilgili olarak bu tür yorumlar duyabileceğinizi ve vaz geçmemeniz gerektiğini vurgulama arzumdur. Ben yazmaya devam ettikçe, okurlarım beni buldu. Yazılarımın bir çok kişiye umut ve yeni açılımlar vermiş olduklarını görmüş oldum.

Derken, bir gün elektronik posta adresimde bir mesaj gördüm. Bu mesajda, Neden?Kitap Yayınevi’nin
Kıymetli Halka İlişkiler Sorumlusu Nazar Çiftpınar Hanımefendi, yayınevi olarak yazılarımla ilgilendiklerini ve yazılarımın bir kısmını kitap hâline getirmek istediklerini belirtmişlerdi. Ben de yayınevinin web sitesini inceledikten sonra, görüşebileceğimizi söyledim.

Daha sonra yayınevinin web sitesini inceledim ve ortak çalışmalar yapmaya hazır bir şekilde, Necati Bey ve Nazar Hanımla görüştük. Yazıların kitaba dönüşme serüveni bugüne geldi.

Bu kitabı, hayata gerçekçi ama bir yandan da olumlu bir perspektiften bakmayı becerebilen veya beceremeyen herkese önerebilir veya hediye edebilirsiniz. Ben, hayatın gerçeklerinden hiç de habersiz olmadığımı, aksine bu gerçeklere dair ciddî ve bazen de beni çok hırpalayan bir farkındalık taşıdığımı ve bunlarla birlikte yine de iyimser olabildiğimi düşünüyorum. Bu yazılarda romantik bir iyimserlik değil, acısı çekilmiş bir iyimserlik göreceksiniz.

“Olumlu mesajlar vermek kolay! Siz benim yaşadıklarımı nerden bileceksiniz?” tarzı ifadeler için cevabım da hazır!: “Sizler de benim yaşadıklarımı bilmiyorsunuz!” Bu yazılar, size arabesk gelebilecek bir tabirle "hüzün topladığı hâlde neşe dağıtmaya çalışan” bir şairin yazılarıdır.

Bu kitabı okuma kitabı olarak kullanabileceğiniz gibi, tartışma gruplarında ortak bir metin olarak kullanabilir ve fikir egzersizleri yapabilirsiniz. Hatta ders kitabı olarak bile kullanabilirsiniz. Yazılar deneme türünde yazılmışlardır ve maddeler hâlinde tavsiyeler vermektense, aslında bir şeyleri paylaşmayı amaçlamışlardır! Bu denemelere, yazarın yüksek sesle düşündüğü yazılar olarak da bakabilirsiniz.

Kitabım çıktığında onu çocuklarımdan birisi gibi bağrıma bastım. Çünkü bu yazılar ve sonunda onların bir kısmının toplandığı bu kitap, benim eserlerim gibi görünseler de, aslında onlar da, çocuklarım gibi, birer hediyedirler.
--------------------------
www.savassenel.com
--------------------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
"Hayatı Iskalama Lüksün Yok!" adlı şiir
Nazım Hikmet Ran Hakkında
Gökhan Yorgancıgil Hakkında
Gökhan Yorgancıgil ile yapılmış olan bir öportaj
www.kitapyurdu.com
Neden Yazıyorum? Zorum Nedir?
Size “deli”, Bana “Yazar” Derler!
Madem ki Zekîyim, O Hâlde Kitap Okumama Gerek yok! (mu?)
Okumadan Yaşanır mı?
Kitap Satın Almak, Araba Satın Almaktan Daha Zor (mu?)
Kitaplardan neler Bekliyoruz?
Okuma Etkinliğinden Tasarruf Edilir mi? Kumdan kale yapılır mı?
Kitaplar Hep Aynı Şeyleri mi Söylerler?
Çok Kitap Okudum da Hayatım Değişti!
Kitaplarla Anılmak İsterim! Fena mı Ederim?
Kitaplar Teorik Şeyler midir?
Okumanın Bana Çocuklukta Kazandırdıkları
Çocuklar Okumayı Sevebilirler mi?
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com
savassenel@yahoo.com

YAZARLIK YÜRÜMEYE BENZER; HERKES YÜRÜR, AMA…(VERDİĞİM YAZARLIK DERSLERİ HAKKINDA)

Bir çok kişi, yazma işinin başlı başına bir alan olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. Bir şeyleri duyumsamak, bilmek veya yaşamak, yazmak için yeterli görülebiliyor.

Duyumsamak, bilmek veya yaşamak birer kazançtır ve elbette size yazmak için eşsiz malzemeler sağlayabilirler. Ancak, ilk üçü herkeste ister-istemez bulunan birer özellik iken, yazmak bir kazanımdır. Bunu söylerken, yazarlığın herkesin yapabileceği bir şey olmadığını kast etmiyorum. Bendeniz, bir çok okurumu, arkadaşımı, dostumu veya öğrencimi yazmaya teşvik eden birisiyim. Teorik olarak, herkesin bir şeyler yazabileceğine inanırım. Fakat bu inancım sadece, yazmak konusuna karşı gerekli duyarlığı ve saygıyı duyan kişilerin hayatında gerçeğe dönüşür.

Kâğıdı ve kalemi alan herkes bir şeyler yazabilir. Ama zihninizdekileri ve kalbinizdekileri tam anlamıyla veya tam anlamına yakın bir şekilde kâğıda dökmek zordur. İşte temel sorunlar burada, yani duygu ve düşüncelerin yazıya dökülmesi aşamasında ortaya çıkarlar. Başka bir deyişle, yazarlığı farklı bir iş ve profesyonel bir alan hâline getiren, buradaki sorunlarla yüzleşme ve onları aşma becerisidir.

Bir hevesle yazmaya başlayan kişiler bazı noktaları göz ardı ederler veya genellikle bunlardan haberleri yoktur.

Birincisi kişi kendi anadillinde de konuşup-yazsa, aslında tercüme yapmaktadır. Yani yazmakta olan kişinin ana dilinin Türkçe olduğunu düşünelim; Bu kişi, aslında düşüncelerini veya duygularını Türkçe’ye tercüme etmektedir. Çünkü düşünceler ve duygular zihnimizde Türkçe olarak değil, aksine herhangi bir dilden bağımsız olarak doğarlar ve yine herhangi bir dilden bağımsız olarak var olmaya devam ederler. Biz onları yazıya dökerken, aslında onları Türkçeye tercüme ederiz. Dolayısıyla bütün tercüme çalışmalarında söz konusu olan sorunlar, anadilinizde yazarken de ortaya çıkarlar: Kendimizi iyice okumak, neler hissettiğimizi veya düşündüğümüzü iyice anlamak, uygun kelimeler, tamlamalar, ifadeler veya deyimleri bulup aslına sadık bir şekilde tercüme yapmak gibi.

İkincisi, tercümeden bir farklı olarak ortaya çıkan bir konu vardır. Tercüme yaptığınız bir eserde her şeyi tercüme edersiniz. Size hangi metin verilmişse ve tercüme etmeniz istenmişse, onu kısaltmadan veya kendinizden fikir olarak bir şey katmadan başka bir dile aktarırsınız. Fakat zihninizin ve kalbinizin söylediklerini tercüme ederken, yani yazıya dökerken, seçimler yapmanız gerekir: Hissedip-düşündüklerinizden hangi sonuçlara ulaşıyorsunuz? Zihninizden veya kalbinizden geçenleri ne amaçla kâğıda dökeceksiniz? Yazınızda bu fikirlerin veya duyguların hangilerine yer vereceksiniz ve okuyucuyu nereye götürmek istiyorsunuz? Okuyucunun neler düşünmesini, neler hissetmesini ve ne yapmasını istiyorsunuz?

Üçüncüsü, okuyucu sizin eseriniz olan metinleri okurken yalnızdır. Anlamadığı yerleri size sorma imkânı yoktur. Dolayısıyla yazdıklarınız hem içerik olarak, hem de imla kuralları ve dil kullanımı açısından açık ve anlaşılır olmalıdırlar. İçerik olarak belli bir kitleyi hedeflemiş ve yazdıklarınızı anlamak konusunda sorumluluğu okuyucunuza yüklemiş olabilirsiniz. Yani yazılarınız belli bir birikimi gerektiriyor olabilir. Ama acı gerçek şu ki, anlayacak birikimim olduğu hâlde anlayamadığım bir çok yazı görüyorum ve aslında belli bir süre geçtikten sonra kendi yazarının da o yazıyı anlamayacağını düşünüyorum!

Çünkü bu türden yazılardaki çoğu ifade, okuyucu zihninin anlayacağı açıklıkta değiller. Bunun sebebi de, yazarın bir ana fikri olmaması, kelimeleri ve imla kurallarını düzgün bir şekilde kullanmaması veya başka yazarları yeterince okumamış olması, yani çıraklık yapmıyor olmasıdır.

Bir konuda başarılı olan kişilerin, kendilerini yazarlıkta da iyi görme hatası da, onların başarısızlığını hazırlayan etkenlerdendir. Mesela kişinin konuşmaları oldukça iyidir. Dolayısıyla kendisini yazarlık konusunda da başarılı görür. Kişinin bir gün yazarlık konusunda da “başarılı olacağına inanması” hata değildir. Ama bir başka bir alanda başarıyı yakalamış olduğu için yazarlıkta da otomatik olarak başarılı olduğuna inanması yanlıştır. Kendilerine şu soruyu sorsalar yetecek: “Yahu ben yıllardır konuşmalar yapıyorum ve bu başarım zamanla beslendi. Ama yazarlık geçmişim o kadar uzun değil: Nasıl oluyor da kendimi bu konuda da başarılı sayıyorum?”

Evet dostlar, acı gerçek şu: Yazmak da bedel istiyor. Yazdığınızın on katı kadar okumuyorsanız ve sık sık da yazmıyorsanız, dikkatli olun derim. Yoksa yazdıklarınız diğer alanlardaki başarınızı da gölgeleyebilir.

Verdiğim yazarlık dersleri fikri de buradan doğdu. Yazarlık konusunda bir farkındalık vermek ve yol göstermek fikri beni bu konuda dersler vermeye itti. Evet, herkes yürüyebilir, ama yürümeden yürümeye fark vardır. Nasıl yürüdüğünüz sizi ilgilendirir. Ama bırakmak istediğiniz etkiyle yürüyüşünüz arasındaki ilişki kopuksa, o zaman sorun var demektir. Sözgelimi bir kavgaya süklüm-püklüm yürüyerek girerseniz, sonu hüsran olur. Yazarlık da böyledir.

Yanlış mı düşünüyorum?
--------------------------
www.savassenel.com
--------------------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Yazılı ve Sözlü İletişim Konusunda Önemli İlkeler
Neden Yazıyorum? Zorum Nedir?
Size “deli”, Bana “Yazar” Derler!
Madem ki Zekîyim, O Hâlde Kitap Okumama Gerek yok! (mu?)
Okumadan Yaşanır mı?
Araba Satın Almak, Kitap Satın Almaktan Daha Zor (mu?)
Kitaplardan neler Bekliyoruz?
Okuma Etkinliğinden Tasarruf Edilir mi? Kumdan kale yapılır mı?
Kitaplar Hep Aynı Şeyleri mi Söylerler?
Çok Kitap Okudum da Hayatım Değişti!
Kitaplarla Anılmak İsterim! Fena mı Ederim?
Kitaplar Teorik Şeyler midir?
Okumanın Bana Çocuklukta Kazandırdıkları
Çocuklar Okumayı Sevebilirler mi?
İnsanları Kaynaklara ve Özellikle Kitaplara Ulaştırmazsam Patlarım!
Arabam Olmayışı Konusunda Bütün Suç Annem ve Babam da!
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN
: savassenel@hotmail.com

savassenel@yahoo.com

"ŞAİR RUHLU” OLABİLİRSİNİZ, AMA “ŞAİR” OLMAK BAŞKA BİR ŞEYDİR

Şiir ve edebiyatla ilgilendiğimi bilen bir dostum, bana uzun zaman önce, bir defterin içinde yer alan “şiirler” gösterdi. Bu defterin sahibinin bu şiirleri bastırmak istediğini ve kitabın gelirini de ihtiyaç sahiplerine harcamak istediğini belirtti. Ben de deftere baktım. İlk geldikleri gibi yazılmış ve sonra bir daha dokunulmamış olan bir sürü çalışma vardı. Bunlarda, şiirselliğe has bir dil kullanımı yoktu. Kısacası, sözü geçen bu çalışmalar, benim “durum raporu” dediğim, “yorgunum”, “aşığım”, “sana hasretim” vs gibi şeylerin söylendiği satırlardı.

Ben defter hakkında fazlaca yorum yapmadım.

Buna benzer bir olayı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yabancı Diller Eğitim Bölümünde öğrenciyken yaşamıştım. Genç bir bayan, hocaların ofislerinin nerede olduklarını sordu. Ben de hangi hocamızı aradığını sordum. Kendisinin şair olduğunu ve şiirlerini bir hocaya göstermek istediğini söyledi. Ben de, bölümümüzde çalışma alanı Türk edebiyatı olan bir hocamız olmadığını söyleyip, şiirleriyle ilgil sorular sordum. Yaklaşık 300 şiiri olduğunu söyledi. Ben de T. S Eliot gibi 80 yaşında vefat eden bir şairin 250 şiiri bulunduğunu ve o bayana, bu yaşta bu kadar “şiiri” nasıl yazdığını sordum. Cevabı, ne yazık ki, tahmin ettiğim türden bir açıklamaydı: Kendisine sürekli ilham geldiğini, hepsini hemen kâğıda geçirdiğini ve şiirlerinin üzerlerinde çalışmaya da gerek görmediğini belirtti. Ben de ona, Mustafa Kutlu Beyi şiirlerini gösterebileceği bir isim olarak tavsiye ettim. Acı gerçekleri kendisinden daha yaşlı ve olgun birisinden duyması daha iyi olacaktı!

Şiirin “durum raporu” olmadığını, şiirin görevinin bilgi vermek veya şairin duygularını okuyucuya haber vermek değil, bu duyguları okuyucuya hissettirmek olduğunu bir çok “şair adayına” sıklıkla anlatmak zorunda kalıyorum.

Güçlü bir şair, size üşüdüğünü anlatmak istiyorsa, bunu sadece “üşüyorum” diyerek yapmaz. Seçtiği kelimeler, kullanımlar, tamlamalar veya ifadeler, size üşüdüğünüz hissini verir ve dolayısıyla da şairin üşüdüğünü size hissettirirler. Bir şair “üşüyorum” diyorsa, aslında size vermek istediği duygu muhtemelen “üşümekten” başla bir şeydir. Mesela Attila İlhan “hüzünlüyüm” yerine “kadeh gibi buğulanıyorum” der. Sizce bu iki ifadeden hangisi şairin hüznünü daha iyi anlatıyor?

Meslekleri veya kişilikleri gereği net ve açık gerçeklerden hoşlanan kişilerin şiire uzak kalmaları bundandır. Onlar bir şey varsa, “hissetmekten” çok, o durumu “bilmek” isterler. Ama insanları harekete geçiren şey, sadece gerçekler değildir. O gerçeği içlerinde duyumsamak, yani hissetmektir.

Sizinle –kabul ederseniz- paylaşmak istediğim hikâye bunu çok iyi anlatır: Görme engelli bir dilenci, önünde “Ben Körüm” yazan bir tabela asılı bir şekilde dileniyormuş. Derken, birisi ona seslenmiş: “Dostum, göğsünde aslı duran tabeladaki yazıyı değiştireyim. Sana eskisinden daha çok kişi sadaka verecek!” Dilenci de, bu isteği geri çevirmemiş ve adamın tabeladaki yazıyı değiştirmesine izin vermiş. Dilenci adama mesleğini sorunca, adam: “Ben şairim!” demiş ve yazıyı değiştirdikten sonra gitmiş. Gerçekten de, dilenciye para verenlerin sayısı artmış. Dilenci bu durumda hem sevinmiş hem de meraklanmış. Adamın ses tonundaki sevecenlik ve verdiği güven duygusuyla, ne yazdığını ona sormamış olduğu için, kendisine para veren başka birisine: “Benim göğsümdeki küçük tabelada ne yazıyor?” diye sormuş. Soruyu duyan adam, üzerinde taşıdığı tabelada ne yazdığını bilmeyen dilenciye şaşırmış, ama soruyu da cevaplamış: “Tabelanızda “çocuğumun yüzünü hiçbir zaman göremeyeceğim!” cümlesi yazılı!” demiş.

“Ben körüm!” ifadesiyle “Çocuğumun yüzünü hiçbir zaman göremeyeceğim!” ifadesini sizler karşılaştırın. İkisinde de bilgi var. Ama hangisi etkileyici ve okuyanı harekete geçiren bir özelliğe sahip, siz karar verin.

Geçenlerde bir bankanın açtığı bir şiir yarışmasına çok şaşırtıcı bir sayıda şiir dosyası gelmişti. Bu sayının, şiir kitaplarının Türkiye’deki baskı ve satış rakamlarıyla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Buradan çıkan sonuç şudur: Şair ruhlu insanlarımız da şiir okumuyorlar, ama günün birinde her nasılsa birer “şair” olup çıkıyorlar.

Hiçbir sanat dalında, sizden önce ortaya konmuş olanları incelemeden, başarılı olmazsınız. Bu şiirde de geçerlidir. Şair ruhunu kaliteli şiirlerle kâğıt üzerinde gerçeklemek isteyen kişiler, sadece şiir değil, müzik, edebiyat, sosyoloji vs gibi branşlarla da ilgilenmelidirler. Bir öğrencim bana bir gün şaşkınlık içinde şunu söylemişti: “Hocam, şairler ne kadar kültürlü ve bilgili oluyorlar!” Şair, şiirini okuduklarından, gördüklerinden, dinlediklerinden, kendi duygu ve düşüncelerinden süzen kişidir. Bir keresinde bir kilo gül yağı elde edebilmek için kaç ton gülün preslenmesi gerektiğini duymuş ve şaşırmıştım. Hayatın içinden “şiir damıtmak” da bundan farklı bir şey değildir.

Aziz Nesin: “Türkiye’de her 3 kişiden 4’ü şair” derken, sanırım şairliğin ne kadar hafife alındığını kast ediyordu. Bir gün şair ve yazar İsmet Özel Bey’e “neden herkes şiirden anlamıyor?” diye sorma şansım olmuştu. O da bana: “Herkesin şiirle ilgilenmesi gerekmiyor zaten. Dert etmeyin” anlamında bir cevap vermişti.

Evet şair ruhlu olan herkes, şair olmayacak. Ama siz gerçekten “şair” olmak istiyorsanız, tavsiyelerimi gözden geçirin derim!
--------------------------
www.savassenel.com
--------------------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Şairlerle İlgili Hatıralarım
Kadınlar Neden Şairleri Sevmezler?
Neden Bazı Sorular Beni Şaşırtıyor?
Sanat Eserleri Ne İşe Yararlar?
Sanatçılar ve Ağustos Böcekleri
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com

savassenel@yahoo.com

HABERLEŞMEK, EN TABİÎ HAKKIMIZDIR DERİM BAŞKA ŞEY DEMEM!


Bir haber programını seyrederken, ilginç olaya tanık olmuştum. Bu haber, medya’nın insanları “gerzekleştirme” sürecinde nasıl bir role sahip olduğunu anlamam konusunda ilginç bir örnekti.
Yoksul olduğu için belediyeye başvuran ve çocuklarının bakımı konusunda yardım isteyen bir bayanın, bu görüşme sırasında cep telefonu çalmıştır. Haber programında bu durum bir “çelişki” olarak verilir. Yoksul olan bir insanın cep telefonu olmamalıdır. O zamanlar, ben de haberciye hak vermiştim. Ama şu anda bu yorumu çok “saçma” buluyorum.

Bir insan, yoksulsa ve bu durumdan kurtulmaya çalışıyorsa, bu, bazı kaynak kişilerle iletişim halinde olmasını gerektirir. Eğer bütün gün bir yerlere gidiyorsanız ve hareket halindeyseniz, insanlar size nasıl ulaşabilirler? Cep telefonu gibi bir araç varsa ve kendi bütçenize göre veya borç alarak bunlardan bir tane edinmeniz sizi ulaşılır kılıyorsa, neden bu cihazı kullanmayasınız? Cep telefonu çok pahalı bir cihaz mıdır?

Dilenci olmakla, yoksul olmayı karıştırmamakta yarar var derim. Zaman içinde şu kanıya vardım: Kim daha çaresiz bir şekilde dileniyorsa, ona para veriyorsunuz. Çünkü dilencinin tezgâhtarlığı ve ustalığı buradadır: Elinden geldiği kadar çaresiz görünmek. Eminim siz de zaman zaman dilencilere yardım yapıyorsanız, siz de en çaresiz şekilde yalvaranlardan etkileniyorsunuzdur. Fakat yoksul veya bir konuda yoksun olup bu durumdan kurtulmak isteyen insanları dilencilerle karıştırmamak gerekir. Onlar dilenci değillerdir.

Cep telefonu olan bir dilenciye sadaka vermek istemezsiniz. Ama yoksul olan ve “ucuz” bir model cep telefonu olan birisine yardım etmelisiniz. Çünkü yoksulluktan kurtulmanın en birinci ilkesi, çok insanlarla tanışmak ve “ulaşılabilir” olmaktır.

Tom Hanks Ve Catherine Zeta Johns’un başrollerini oynadıkları “Terminal” adlı filmde, Tom Hanks, iş başvurusu yapar ama ona ulaşmaları için verebileceği bir telefonu yoktur. Havaalanında bulunan ve halka açık telefonlardan birisinin numarasını verir. Sonra o telefonun yanında beklemeye başlar. “Telefon, her an çalabilir ve gelen aramayı kaçırabilirim” endişesiyle tuvalete bile gidemez. Sonra telefon çalar ve Tom Hanks’e işe başka birisinin alındığı söylenir. O da telefonu kapatır kapatmaz, koşarak tuvalete gider.

Cep telefonu, bilgisayar, fotoğraf makinesi gibi araçların sadece parası olan veya zengin kişilere has olduğunu düşünmek büyük bir yanlıştır. Yoksulluk veya parasızlık çeken birisinin yapması gereken ilk şey ne yapıp ne edip kart bastırmak ve bir cep telefonu edinmektir. Bundan sonra onun yetenekleri doğrultusunda üretmesini sağlayacak olan başka bir aracı belki borç alarak veya belki de hibe alarak edinmesidir.

Elbette yeterli geliri olmadığı hâlde, lüks telefonlar kullanmaktan söz etmiyorum. Ama yoksulluğunu veya içinde bulunduğu zor şartları aşmak isteyen insanların iletişim haklarını kullanmaları gerekir ve bu konuda teşvik edilmelidirler diye düşünüyorum.
--------------------------
www.savassenel.com
--------------------------
Konuyla İlgili diğer yazılar, öneriler: Görmek istediğiniz linkin adını tıklayınız:
Edinilmiş Gerzeklik” Konusunda Öneriler
”Edinilmiş Gerzeklik” Konusunda Yerli Televizyon Dizilerinin Rolü
Sanal Alemde Sohbet Etmenin İncelikleri
”Randevusuz Çıkmam!” Desem, Çok mu Havalı Olurum?
Sosyalleşmek Masraflıdır
-----------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
MSN: savassenel@hotmail.com

savassenel@yahoo.com