Saturday, August 23, 2008
BANA BİR HİKÂYE ANLATIN; KEYİFLE DİNLERİM
Bir toplantıda düşüncelerim bana sorulduğunda bir hikayecik anlatmak istemiştim. Toplantıdaki arkadaşlarımdan biri “hikayeleri değil gerçekleri” konuşalım diye bana itiraz etmişti. Olayın asıl komik yanı, benim hikaye anlatmama itiraz eden arkadaşım, o sıralar sinema üzerine doktorasını tamamlamak üzere hummalı bir faaliyet içindeydi.
Sinema üzerine doktora yapan birinin gerçekçi olmayı bu şekilde önermesi bana komik gelmişti. Toplantı sonrasında ona düşüncelerimi anlattım. O da hatasını kabul etti. Sinemanın, kısaca kurgunun atası, hikayeler ve masallardır.
Hikaye anlatmak insanlara zaman kaybı gibi gelir. Fakat aslında hikayeler, uzun sürebilecek mesajları, kısa zamanda vermenizi sağlar. Ayrıca, hikayeler sadece bilgi verici değil, mesajı hissettirici bir türdür. Başka bir deyişle, mesajın sadece anlaşılmasını değil, duyumsanmasını da istiyorsanız, hikayeleme iyi bir anlatım yoludur. Karşımızdaki insanı da emek vermeye, düşünmeye davet eder. Hikayeler, mesajı tamamıyla yutulmaya hazır-çiğnenmiş bir lokma gibi vermez. Çelişki gibi görünebilir ama elbette kendi çiğnediğimiz lokmayı yemek isteriz. İşin sırrı budur. Doğrudan verilen “dijital mesajlar”, sadece bilgisayarlar için anlamlıdır.
Ayrıca, hikayeler, zihinde resimler çizer, konuyu görselleştirirler ve konunun sadece anlaşılmasını değil aynı zamanda hissedilmesini sağlarlar. Bir mesajın sadece bilinmekle kalmayıp aynı zaman da hissedilmesi de çok önemlidir. Çünkü çoğu iletişim sürecinde sorun sadece anlaşılmamak değil duyumsanmamaktır. Bunun sonucunda da empatiden, karşılıklı duygu alışverişinden yoksun kalırız. Hissetmediğimiz bir mesajın da gereğini yapmayız.
Bu açıdan, görsel araçların olmadığı zamanlarda hikayeleme çok kullanılan bir yöntem olmuştur. Hikayeler yoluyla mesajlar duygusal bir bağlama oturtulmuş ve görselleştirilmiştir. Beynin duygusal bağlam içinde aldığı ve görselleştirebildiği şeyleri daha iyi ve kalıcı bir şekilde öğrendiği söyleniyor. Yeni araç ve gereçler keşfedilmiş olsa bile bugün de masalların ve hikayelerin önemli olduğuna inanıyorum.
Ne yazık ki bu konu ihmal ediliyor. Sözgelimi son zamanlarda vizyona giren Keloğlan filmine çocukların fazla gitmediğini öğreniyoruz. Mehmet Ali Erbil’in oynadığı bir Keloğlan karakterinin çocuklara ne vereceği tartışılabilir ama bir yandan da çocuklarımızın Keloğlan’ı tanımadığı söyleniyor. Çünkü çocuklarımız masal okumuyor ya da dinlemiyorlar. Zira onlara masal okumuyor ya da masal anlatmıyoruz.
Çocukluğumda anneannemden ve anne-babamdan bol bol masal dinlemiş, şanslı biriyim. Bugün de evimizde küçüklere masallar okunur. İstedikleri zaman, sözgelimi oyun oynarken dinleyebilecekleri masal kasetleri, CD’leri vardır.
Ben masalları, hikayeleri, fıkraları severim. Bana bol bol anlatın dinlerim. Onları dinlerken gülerim ya da gözlerim dolar. Çünkü onlar gerçeğe gönderme yapar, çağrışıma açıktırlar.
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN: mailto:savassenela@hotmail.com
SİZE DELİ, BANA YAZAR DERLER
Yazar olmak çok güzel bir şey, biliyor musunuz? Gördüğünüz, yaşadığınız ya da duyumsadığınız her şey size yazmanız için ilham verebilir. Gördüğünüz bir çocuk, dalgın bir kadın, çalışmaktan yorulmuş bir erkek, komik bir olay, kendi saflığınız, düştüğünüz komik ya da acı durumlar, kısaca her şey.
Ben asansörde yanlış katta inip başla bir odanın kapısını açmaya çalıştığımı, Çince konuşurken etrafımdaki Çinlilerin bana güldüklerini, yağmurun beni duygulandırdığını ve buna benzer bir sürü şeyi anlatabilirim ve “karizmam” çizilmez. Okurların bana gülmeleri ya da benimle duygulanmaları beni güçlendirir, benim başarım olur. Kimse beni zayıf görmez. Başkalarının anlatmaya çekindikleri şeyleri ben, rahatça anlatabilir, dile getirebilirim. Size “dalgın”, “aşık”, “deli” diyebilirler ya da başka bir isim takabilirler. Ama benim adım sadece “yazar” olarak kalacaktır.
Peki her şeyden konu çıkarmak o kadar kolay mıdır? Konu çıksa da onu duyumsayabilmek, sonra da en zoru onu kelimelere dökmek o kadar basit midir? Elbette hayır. Önce alıcıları açmak gerekir. Bir fotoğrafçıyı anlatmışlardı bana. Fotoğraf makinesini almadan kendisini sokağa atar ve fotoğraflık görüntüler arar, böyle bir an yakaladığında fotoğraf çeker gibi bir gözünü kırparmış. Böylece kendisindeki o sanatçı farkındalığını güçlendirirmiş.
Yazarlık ta fotoğrafçılıktan farklı değildir. Her yerde bir şeyler oluyor, ama bunu farkında olmalısınız, farkında olduğunuz şeyleri duyumsamalısınız. Hüznünü ya da neşesini hissetmelisiniz. Okumalısınız, yazmalısınız, dinlemeli, görmelisiniz. Elbette her şeyi göremezsiniz ve her şeyi farkında olamazsınız. Ama farkındalığınız geliştikçe gördüklerinizden, okuduklarınızdan, dinlediklerinizden ve yaşadıklarınızdan size çok şey kalır. Sonra bunları sabırla yazmalısınız. Yazdıklarınızı tekrar okumalısınız, düzeltmelisiniz. Yazdıklarınızla anlatmak istedikleriniz birbirine yaklaşana kadar vazgeçmemelisiniz.
Bu arada çok beslenmelisiniz. Şiirler, filmler, kitaplar, sohbetler, insanlar sizin yol arkadaşınız olmalıdır. İnsanları görmelisiniz, onları farkında olmalısınız. Ortada dolaşan bir çocukta, bir gençte ya da kimsenin dikkatini çekmeyen bir adamda herkesin görmediği bir şeyi görmelisiniz.
Sözgelimi, bu yazıyı, Hong Kong’ta ve gitmeyi alışkanlık haline getirdiğim bir kafede yazıyorum. Şu anda burada herkes maç seyrediyor. Büyük bir perde var duvarda. Heyecanlarını anlamadığım yerel dilde dışa vuruyorlar. Alın size bir yazı konusu: erkekler ne bulur şu futbolda?
Yazarlık ne güzel bir şey derken, çok da hor görmeyin. Herkesin başka bir şeyler yaptığı bir zaman parçasında siz oturup yazıyorsunuz. Yazmakla, diğer alternatiflerden vazgeçiyorsunuz. Bu, o kadar da kolay değil. Bunu iktisatçılar daha iyi anlar.
Herkes yazabilir. Biraz sancılıdır, emek ister. Bazen farkındalıktan kurtulup rahatlamak ister, gereğinden fazlasını görmekten yorulursunuz. Ben yine de seviyorum yazmayı. Cennette olsam gene yazmak isterim. Dünya dediğimiz bu yerde yaşadıklarımız ya da yaşayacaklarımız az şey mi?
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN: savassenel@hotmail.com
RADYOCULUK GÜNLERİMDEN EDİNDİKLERİM, ÖĞRENDİKLERİM
Dünyanın her yerinde radyolar dinleniyor biliyor musunuz? Televizyon çıktığında insanlar, sinema ve radyonun öleceklerini düşündüler. Fakat bir kararsızlık döneminden sonra televizyonun her şeyin yerini alamayacağı ve de almaması gerektiği anlaşıldı. İnsanlar günlük hayatlarında, televizyon ya da diğer görsel araçların kendilerini terk ettiği yerlerde, ofislerinde, toplu taşıma araçlarında, arabalarında, radyonun ve diğer sesli yayınların iyi birer yol arkadaşı ve dost olduklarını yeniden fark ettiler.
Peki radyocu olmak, radyo programları yapmak nasıl bir şeydir? Bunu biraz anlatmaya çalışayım sizlere.
Radyo programları yapmak çok özel bir şeydir. Ben gündüz programları yapmakla birlikte daha çok gece programlarını tercih ettim. Çünkü iş saatlerim dışında kalan ve uygun olan zamanlar gece saatleriydi. Radyoculuğu hiçbir zaman tek işim olarak görmedim. Daha doğrusu bütünüyle gösteri dünyasına girmeyi planlamadım. Çünkü gösteri dünyası başka bir alemdir ve o dünyada yer almak, sonuçları çok farklı olan ciddi bir seçimdir.
Gece işlerim bitince radyoya giderdim. Ciddi bir hazırlık yapardım. Ele almak istediğim konuları, dinletmek istediğim şarkıları ve müzik çalışmalarını hazırlardım. Programlarımda çok müzik yayınlar, az konuşmaya çalışır ve daha çok dinlerdim. Popüler programlar yapmak istemedim. Popüler programlar yapmak kötü bir şey değildir. Fakat, gösteri dünyasında popüler olmanın getireceği yükü kaldırmak zordur.
Programlarıma dinleyici telefonları alırdım. Bazen bir köyden telefon alırdım. Kurtların uluduğunu duyar, köydeki zifiri karanlığı hissederdiniz. Uzaklarda bir yerde bir insana arkadaşlık ettiğinizi duyumsamak çok güzeldi. Bazen yurt dışından dinleyenler arardı. Uzaklarda, gurbette sizi dinlediklerini, özlem giderdiklerini söylerler ve teşekkür ederlerdi. Dinleyenlerime kitaplar, sanatçılar kendimce iyi olan ne biliyorsam radyo dili ve üslubuyla önerirdim. Çok mesaj vermeye çalışmazdım, işe yaramazdı bu. Beni unutsalar bile önerdiğim kitapları okumalarını isterdim. Gecenin karanlığında arkamda bir sürü şarkı, şiir ve kitap isimleri bırakarak kaybolup gitmeyi severdim.
Dinleyenlerinin bir yerde, bir seviyede kalmalarını hedefleyen programlar yapmadım. Daha çok okuyup, kendilerini daha çok geliştirip, bana da bir şeyler öğretmelerini, benimle yeni şeyler paylaşmalarını istedim. Bir gün beni aşmaları da en büyük hayalimdi. Bir radyocu için ne kadar garip bir hayal değil mi?
Ben de durmuyordum tabi ki yerimde. Kitaplar okuyor, yeni müzik albümleri araştırıyor, bu albümler radyoda yoksa satın alıyordum. Bir ara evimde geniş bir arşiv oluşmuştu.
Bazı dinleyenler yayında konuşmazlardı. Onlar ben şarkı yayınlarken beni ararlardı. Sanatçılar, yazarlar, ressamlarla konuştuk. Bir kere bile programımı övmezlerdi. Bundan hoşlanmazdım. Bana zaman ayırmalarının, beni dinlemelerinin bir işaret olduğunu ben de onlar da bilirdik. Bir keresinde bir dinleyicim Tom Hanks’in baş rolünü oynadığı “Seattle’ın Uykusuzu” adlı bir filmi önermişti. “Siz radyocular, insanlar üzerinde sandığınızdan çok daha fazla etkilisiniz. Bunu kötüye kullanmayın, iyiye kullanın demişti.”
Programlarımda adım geçmezdi. Programlarım her gün başka bir şarkıyla başlar ama aynı şarkıyla biterdi. Sabaha doğru bittiği için Beatles’ın “Here Comes The Sun” adlı şarkısını tercih ederdim. Yerli şarkılar yayınladığım programlar da yaptım.
Radyoculuk bana insanlar hakkında çok şey öğretti. Dengeleri, insanların değişik yanlarını farkına vardım. Zaman zaman bundan yoruldum da. Sonra program biter, ben eşyalarımı toplar giderdim. En güzeli de buydu bana göre. Kimse beni tanımıyor, bilmiyordu. İstediğim yerde oturup çayımı içebilir, bilinmezdim. Dinleyicilerimle hiç görüşmedim. Beni tanıyanlara radyocu olduğumu söyledim, ama beni radyodan tanıyanlara “ben oyum” demedim. Böylesi daha güzeldi.
Yağmur gibi olmak istedim hep. Beslemek, yenilemek sonra da buhar olup uçmaktı bütün istediğim. Çünkü gösteri dünyası bana göre değildi.
-----------
www.savassenel.com
-----------
Yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN: savassenel@hotmail.com
RADYOCULUĞUN SIRLARI
Bir zamanlar radyoculuk yaptığımı öğrenen okuyucularımdan bazıları, bana “radyocu olmanın sırlarını” soruyorlar. Aslında radyoculuğun sırlarını çözmek için, radyo dünyasındaki usta radyocuları takip etmek yeterlidir. Bununla birlikte bana sık sık fikir sorulan bir alan olduğu için bu konuda da yazmam şart oldu(!)
Birincisi, her şeyde olduğu gibi bu konuda da sizi yöneten şey, hayattaki vizyon ve misyonunuzdur. Bunlar net değilse, sadece radyoculukla ilgili olarak değil genel olarak, rüzgârın savurduğu bir insansınız demektir. Çünkü nasıl bir radyocu olmak istediğiniz, sizin hayattaki misyonunuzla ve değerlerinizle ilgilidir.
Daha net açıklamak gerekirse, misyonunuz ve hayatta hangi değerleri beslemek istediğiniz belli değilse, radyoculuğunuz da günlük hayatınızdaki telefon görüşmeleriniz, sohbetleriniz veya ilişkileriniz kadar anlamlı veya anlamsızdır.
İkincisi, kalıcı olmak istiyorsanız, kalıcı anlamda radyoculuk yapan kişilerin bir veya daha fazla ilginç ve farklı yanlara sahip olduklarını görmelisiniz. Sesleri, tarzları, yorumları veya başka bir güçlü yanları vardır ve onlar bu güçlü yanlarını farkındadırlar.
Üçüncüsü, show dünyasının getirdiği ağır yükü farkında olmalısınız. Show dünyasında olmak bambaşka bir yüktür. Kendi tarzınızı yakalayıp kitlenizi oluşturduktan sonra, kitlenizin esiri olursunuz. Bir seçim yaparsınız, ilk seçimde özgür görünseniz de onun devamındaki gelişmeler, her zaman sizin istedikleriniz olmayabilirler ve aslında olmazlar da.
Show dünyasında sürekli parlak kalabilmek, çok yoğun bir çaba ister. İlk önceleri eğlenceli gelir. Yeni insanlar tanırsınız, mikrofonun arkasındaki insanın cazibesine kapılan kişiler sizi etkilerler. Ama zamanla onların sizi değil radyodaki sesi sevdiklerini anlarsınız. Bu durumda özel hayatınızla mikrofon arkasındaki hayat farklılaşmaya başlar. Bu çizginin devam edebilmesi için çaba göstermeniz gerektiğini ve artık diğer insanlar gibi özgür olmadığınızın farkına varırsınız.
Ben radyoculuk yaparken, gündüz devam ettiğim eğitimcilik işime ek olarak ve sadece dinlenmek için radyoculuk yaptım. Programımda daha özgür olmak için sponsor bile aramadım. Bulunduğum radyonun özgür atmosferinden dolayı, (elbette yine de bazı ilkeleri hiçe saymadan) rahat davrandım. Sözgelimi programların jeneriği yoktu, her seferinde başka bir şarkıyla başlardı. Gerçek adımı da kullanmadım. Hatta bir program fazla ilgi çekmeye başladığında veya ben sıkıldığımda bıraktım. Ara verdikten sonra başka bir program yaptım. Ama kalıcı olmak istiyorsanız, daha açık bir tabirle radyoculuktan “ekmek yemek” istiyorsanız, benim gibi davranamazsınız. Dinleyiciye, sponsora ve reytinglere oynamalısınız. Bu kötü müdür? Hayır. Kalıcı olmak istiyorsanız, siz popüler olmak zorundasınız ve kalıcı olmanın yolu “kaybedenlere oynamaktan geçer” denir.
Çok okumalı, çok dinlemeli ve insanları anlamaya çalışmalısınız. Entelektüel ve karmaşık konuşmalar yapın demiyorum. Ama yalın konuşmalarınızın arkasında sağlam bir arkaplan hissedilmelidir.
İyi bir radyocu olmak için çok konuşmanız da gerekmez. Sözgelimi, programınızda gerçekten farklı müzik parçaları yayınlıyorsanız veya alanlarında birer değer olan kişileri davet edip dinleyiciye önemli şeyler sunuyorsanız, yine iyi bir radyocu olabilirsiniz.
Fakat popüler bir radyocu olduğunuz halde, hayattaki vizyonunuz ve misyonunuz olduklarını hissettiğiniz şeylere hizmet etmediğinizi düşünüyorsanız, mutsuzluk hep sizinle olacaktır. Hayatınızda “haz”, olmayacak demiyorum ama “mutluluk” başka bir şeydir.
Baş rollerini Tom Hanks ve Meg Ryan'ın oynadıkları “Seattle’ın Uykusuzu” adlı film, radyoculuk konusunda size iyi bir örnek sunabilir. Bu filmi bana, radyoculuların çok önemli şeyler yapabileceklerine inanan bir dinleyicim önermişti.
Yazdıklarım aslında çok da bilinmeyen şeyler değil. Show dünyasını biraz gözlemlediğinizde siz de bunların farkına varabilirsiniz.
Birincisi, her şeyde olduğu gibi bu konuda da sizi yöneten şey, hayattaki vizyon ve misyonunuzdur. Bunlar net değilse, sadece radyoculukla ilgili olarak değil genel olarak, rüzgârın savurduğu bir insansınız demektir. Çünkü nasıl bir radyocu olmak istediğiniz, sizin hayattaki misyonunuzla ve değerlerinizle ilgilidir.
Daha net açıklamak gerekirse, misyonunuz ve hayatta hangi değerleri beslemek istediğiniz belli değilse, radyoculuğunuz da günlük hayatınızdaki telefon görüşmeleriniz, sohbetleriniz veya ilişkileriniz kadar anlamlı veya anlamsızdır.
İkincisi, kalıcı olmak istiyorsanız, kalıcı anlamda radyoculuk yapan kişilerin bir veya daha fazla ilginç ve farklı yanlara sahip olduklarını görmelisiniz. Sesleri, tarzları, yorumları veya başka bir güçlü yanları vardır ve onlar bu güçlü yanlarını farkındadırlar.
Üçüncüsü, show dünyasının getirdiği ağır yükü farkında olmalısınız. Show dünyasında olmak bambaşka bir yüktür. Kendi tarzınızı yakalayıp kitlenizi oluşturduktan sonra, kitlenizin esiri olursunuz. Bir seçim yaparsınız, ilk seçimde özgür görünseniz de onun devamındaki gelişmeler, her zaman sizin istedikleriniz olmayabilirler ve aslında olmazlar da.
Show dünyasında sürekli parlak kalabilmek, çok yoğun bir çaba ister. İlk önceleri eğlenceli gelir. Yeni insanlar tanırsınız, mikrofonun arkasındaki insanın cazibesine kapılan kişiler sizi etkilerler. Ama zamanla onların sizi değil radyodaki sesi sevdiklerini anlarsınız. Bu durumda özel hayatınızla mikrofon arkasındaki hayat farklılaşmaya başlar. Bu çizginin devam edebilmesi için çaba göstermeniz gerektiğini ve artık diğer insanlar gibi özgür olmadığınızın farkına varırsınız.
Ben radyoculuk yaparken, gündüz devam ettiğim eğitimcilik işime ek olarak ve sadece dinlenmek için radyoculuk yaptım. Programımda daha özgür olmak için sponsor bile aramadım. Bulunduğum radyonun özgür atmosferinden dolayı, (elbette yine de bazı ilkeleri hiçe saymadan) rahat davrandım. Sözgelimi programların jeneriği yoktu, her seferinde başka bir şarkıyla başlardı. Gerçek adımı da kullanmadım. Hatta bir program fazla ilgi çekmeye başladığında veya ben sıkıldığımda bıraktım. Ara verdikten sonra başka bir program yaptım. Ama kalıcı olmak istiyorsanız, daha açık bir tabirle radyoculuktan “ekmek yemek” istiyorsanız, benim gibi davranamazsınız. Dinleyiciye, sponsora ve reytinglere oynamalısınız. Bu kötü müdür? Hayır. Kalıcı olmak istiyorsanız, siz popüler olmak zorundasınız ve kalıcı olmanın yolu “kaybedenlere oynamaktan geçer” denir.
Çok okumalı, çok dinlemeli ve insanları anlamaya çalışmalısınız. Entelektüel ve karmaşık konuşmalar yapın demiyorum. Ama yalın konuşmalarınızın arkasında sağlam bir arkaplan hissedilmelidir.
İyi bir radyocu olmak için çok konuşmanız da gerekmez. Sözgelimi, programınızda gerçekten farklı müzik parçaları yayınlıyorsanız veya alanlarında birer değer olan kişileri davet edip dinleyiciye önemli şeyler sunuyorsanız, yine iyi bir radyocu olabilirsiniz.
Fakat popüler bir radyocu olduğunuz halde, hayattaki vizyonunuz ve misyonunuz olduklarını hissettiğiniz şeylere hizmet etmediğinizi düşünüyorsanız, mutsuzluk hep sizinle olacaktır. Hayatınızda “haz”, olmayacak demiyorum ama “mutluluk” başka bir şeydir.
Baş rollerini Tom Hanks ve Meg Ryan'ın oynadıkları “Seattle’ın Uykusuzu” adlı film, radyoculuk konusunda size iyi bir örnek sunabilir. Bu filmi bana, radyoculuların çok önemli şeyler yapabileceklerine inanan bir dinleyicim önermişti.
Yazdıklarım aslında çok da bilinmeyen şeyler değil. Show dünyasını biraz gözlemlediğinizde siz de bunların farkına varabilirsiniz.
----------------------
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN: :savassenela@hotmail.com
Konuyla ilgili film-kitap önerileri yapmak-almak ve yorumlarınız için:
savassenel@yahoo.com
MSN: :savassenela@hotmail.com
Thursday, August 07, 2008
GERÇEK İLİŞKİLER, İÇLERİNDE ÇATIŞMALARI DA BARINDIRIRLAR
Yaşça benden büyük olan bir akrabamla, yine başka genç bir akrabam arasında sorun çıkmıştı. Yaşça benden büyük olan akrabamın eşi bana: “seninle böyle bir sorun yaşamadık, ama onunla yaşadık” diyerek, kendince benim daha nazik ve sabırlı olduğumu ima etti. Ben de bu ihtilafın ayrıntılarını bilen birisi olarak bu sözün üzerinde düşünmeye başladım. Ama konunun benim daha nazik ve sabırlı oluşumla ilgisi bulunmadığı sonucuna vardım.... Yazının devamı "Çay Saati İçin Hafif Yazılar" adlı kitabımdadır; satın almak için bu linki tıklayınız.
Subscribe to:
Posts (Atom)